Bilim ve Din Sitesi


  • 05.14.2013
    Kitabımın gördüğü ilgi üzerine Cumhuriyet gazetesinin benimle yapmış olduğu yeni röportaj : Ateistlere Ayrımcılık Artıyor

    06.14.2012
    Kitabım Ateizmi Anlamak çıktı. Kitabı edinme seçenekleri için: Ateizmi Anlamak

    06.19.2012

    “İnanç Özgürlüğü Girişimi” / “Freedom of Religion or Belief Initiative” tarafından benimle yapılan röportaj bugün yayınlandı: Türkçe:İÖG İngilizce:FoRB

    01.12.2010

    Radikal gazetesinden Berrin Karakaş, bizimle Türkiye’de Ateizm üzerine yaptıkları röportajın küçük bir bölümünü şu yazıda yayınlamış: Türk Ateistler Rahatsız

    Röportajın tamamını şurada okuyabilirsiniz: Radikal röportajı

  • Big Bang Bilim Maskesi Takmış Din Midir?

    Gönderen 23/01/2018 17:19

    Bilim Maskesi Takmış Din: ‘Big Bang’

    Whatreallyhappened.com’dan Michael Rivero’ya ait bir makalenin biraz kısaltılmış çevirisi:

    Evvel zaman içinde, uzun zaman önce, Aristo denen bir adam vardı. Çok zeki biriydi; pek çok iyi şey düşündü. Fakat arada bir hata da yaptı Yaptığı hataların biri bir portakalı havaya atıp eline düşmesini izleyerek yaptığı çıkarımdır. Aristo düşündü ki, eğer kendisi hareket ediyor olsaydı, portakal elini terkeder etmez uçar giderdi. Portakal böyle yapmadığından, Aristo kendisinin hareket etmediği sonucuna ulaştı.

    Bu gözlemlenebilir gerçeğe dayalı olarak ve bu gözlem için başka bir açıklama olmadığı kabulü altında, Aristo dünyanın hareket etmediği ve evrenin geri kalanının dünyanın etrafında hareket ediyor olması gerektiği sonucuna ulaştı.

    Aristo çok zeki bir adamdı, fakat portakalın neden eline geri düştüğünün bir başka açıklaması daha vardı ve bu açıklama 2000 yıl kadar (Sir Isaac Newton’a kadar) beklemek zorunda kaldı.

    Fakat eski kilise açısından, Aristo’nun açıklamaları teoloji ile iyi örtüşüyordu, çünkü dünyayı hareketsiz bir nesne olarak evrenin merkezine yerleştiriyor, evrenin geri kalanını dünya etrafında döndürüyordu.

    Elbette kilise onaylı kozmos modelinden şüphe etmeye yol açacak empirik gözlemler de mevcuttu. Ay ve güneş tutulmalarında dünyanın düz olmadığı açıkça görünüyordu. Dünyanın ay üzerine düşen gölgesi, tutulma sırasında ayın göğün hangi noktasında olduğuna bağlı olmaksızın hep eğimliydi. Küre şeklindeki bir dünya, bu sonucu üretebilecek tek açıklamaydı. Denize açılan gemiler, ufukta eğri bir rota üzerinde kayboluyorlardı (ki bu gözlem zaman için Kolomb’un seyahatlerine ilham teşkil etmiştir). Foucault’un sarkacını hiç kimse dünyanın bu sarkacın altında dönmesi açıklaması dışında açıklayamıyordu.

    Fakat dünya merkezli evren modelinin en problemli yönü, gezegenlerin hareketiydi. Televizyon, hatta kitaplardan önceki bir çağda gece gökyüzünün nasıl göründüğü hemen herkesin farkında olduğu bir gerçekti. Uzun dönem içinde gece gökyüzünü inceleyenler, gezegenlerin hareketinin arada bir duraklamaya uğradığını, hatta bir süre geriye doğru hareket ettiğini, ondan sonra tekrar ileri doğru yoluna devam ettiğini gözlüyordu. Bu bir problemdi. Kilise onaylı model, bu hareketi açıklayamıyordu.

    Bu hareketin açıklaması basittir aslında. Dünya, iç yörüngesinde döndükçe, dış gezegenlerden birini yakaladığı zaman, gezegen tereddüt ediyor gibi görünüyor, hatta bir süre gökyüzünde geri doğru hareket ediyor ve sonra normal hareketine devam ediyordu. Fakat dünyanın hareket ettiği fikri kilisenin dogmasına ve Aristo’nun fikirlerine aykırıydı.

    Aristo’nun temel iddiasını sorgulamak yerine, dönemin okumuş kişileri, Claudius Ptolemy tarafından önerilmiş “epicycles” denen bir açıklamayı kabul etmeyi tercih ettiler. Bu teori, gezegenlerin hareketini, dünyanın etrafındaki büyük yörüngelerinin üzerine yerleşmiş küçük ek yörüngelerle açıklamaya çalışıyordu.

    Bu teori kilisede çok popülerdi ve dönemin din ve kilise bağlantılı üniversiteleri bu teoriyi daha da geliştirmeye teşvik ediliyordu. Ve teorinin daha da geliştirilmeye gerçekten de ihtiyacı vardı, çünkü epicycle teorisi gökyüzünde görünenleri doğru dürüst açıklamaya yetmiyordu. Nesiller boyu süren çalışmalar neden modellerin gezegenlerin gerçek hareketlerini yansıtmadığını açıklamaya uğraşmıştı. Belli bir noktada, epicycle’ların da epicycle’ları olduğu fikri dahi önerilmişti. Yani ikinci ek yörüngenin üstüne eklenmiş üçüncü bir daha küçük yörünge. Hatta devamı olan başka yörüngeler de.

    Gözlemler eldeki teoriyle uyuşmamaya devam etmesine rağmen, temel kabulü sorgulamak yerine çabalar eldeki teoriyi daha da geliştirip karmaşıklaştırmaya harcanıyordu. Aristo’nun ve kilisenin yanıldığına dayalı varsayımlar direnç ile karşılaşıyor ve önleri kapatılıyordu. Galileo dünyanın hareket ettiğine dair fikirleri yüzünden işkenceye tabi tutulmuştu. Bruno, güneşin de diğerleri gibi alelade bir yıldız olduğu ve diğer yıldızların da gezegenleri olduğuna dair fikirleri yüzünden canlı canlı yakılarak öldürülmüştü.

    Yakın zamanlarda, gelişen teknolojimiz Galileo ve Bruno’nun haklı, Aristo ve kilisenin ise tamamen haksız olduğunu açıkça ortaya çıkardı. Dünya dönüyor, epicycle’lar veya epicycle’ların epicycle’ları, vs diye şeyler yok.

    Dünya merkezli evren modeli ve epicycle’lar bilim falan değildi. Sadece kendini bilim gibi göstermeye çalışan dinsel doktrin idi.

    Kilise evren gerçeği ile hiçbir zaman başarılı bir şekilde ilgilenememiştir. Galileo’ya yapılanlar için ancak bu devirde özür dilemiştir ve Bruno’nun hala lafını bile etmemektedir. Tanrı’nın sözü olduğu iddia edilen incil hala dünyanın düz olduğunu, sütunlar üzerinde durduğunu (Job 26:11) ve hareket etmediğini (Psalms 19:5-6 93:1 96:10 104:5) söylemektedir.

    Öyle görünüyor ki, bazı yanlışlar tekrar edilmeye mahkûmdur, elimizdeki onca teknolojiye rağmen.

    1929’da Cal-Tech astronomu Edwin Hubble evrende çok uzaktaki objelerin spektrumun kızıl tarafına doğru kayma gösterdiğini tespit etti. Hubble’ın buluşu üzerine kafa yoran bilim adamları, nesneler ne kadar uzaksa, kızıla kaymalarının da o kadar fazla olduğunu tespit ettiler. Bu gözlemlenebilir gerçeğe ve bu gözlem için başka bir açıklama olmadığı kabulüne dayanarak evrenin genişlemekte olduğu sonucuna ulaştılar.

    Dini çevreler genişleyen evren fikrini çok sevdiler, çünkü evrenin genişliyor olabilmesi için, bir noktadan genişlemeye başlamış olması gerekiyordu. Gerçekten de, ‘Big Bang’ kavramı Edwin Hubble’dan değil, katolik bir rahip olan Georges Lemaitre’den 1927’de çıkmıştır. (Hubble’ın gözlemlerini yayınlamasından 2 yıl önce). Big Bang aynen epicycle’lar gibi dinsel doktrin ile iyi uyuşmuştu ve dini kurumlar diğer alternatif fikirlere nazaran (ki bunlara o zamanlar daha popüler olan steady state evren modeli de dahildir) bu yeni modeli teşvik etmeye başladılar.

    Bundan sonra ise tarih kendini tekrar etti. ‘BigBang’in genel relativite bağlamında iş görebilir bir teori olmadığına dair deliller ortaya çıktı örneğin. Bunların en basit ve açık olanı, çok büyük kütleli nesnelerin ışığın bile kaçamayacağı güçte çekim alanları oluşturacağı, dolayısıyla tek bir noktada birikmiş tüm evren kütlesinin dağılmasına imkan olmayacağı, yani evrenin doğmasının mümkün olmadığı düşüncesi idi.

    Tabi ki Big Bang’in meydana gelemeyeceği türündeki fikirler, dünyanın her şeyin merkezi olmadığı fikrinin karşılaştığı tepki ile karşılaştı. Temel kabulün sorgulanması yerine, çabalar mevcut teorinin yeni verileri açıklamasını sağlayacak şekilde geliştirilmesi yönünde harcandı. Zamanın ilk birkaç milisaniyesinde temel fizik prensiplerinin neden farklı davrandığını açıklamaya yönelik karmaşık bir kozmoloji teorisi ortaya çıktı. Teorinin matematiği gerçekten etkileyici idi, fakat aslında sadece “Kurallara uyulmasını istemediğimiz yerde kurallara uyulmadı” ifadesinin kibar şeklinden ibaretti.

    Big Bang’i kanıtlamak için ilk patlamanın günümüzdeki yankısı anlamında yorumlanabilecek Kozmik Arkaplan Radyasyonunu araştırmaya yönelik bir çaba ortaya çıktı ve gerçekten de bir sinyal bulundu. Aynen Aristo ve Hubble gibi, Kozmik Arkaplan Radyasyonu fikrinin öncüleri de sinyalin kendi düşündükleri anlama geldiğini, başka alternatif açıklaması olamayacağını farzettiler. Bu radyasyonun bulunması Big Bang teorisinin büyük kanıtı olarak ilan edildi ve teoriye yatırımda bulunmuş olan kurumlar kutlandı.

    Fakat sonra ortaya çıktı ki, epicycle teorisinin gezegenlerin hareketini doğru şekilde açıklayamaması gibi, Big Bang teorisi de uzayla ilgili yapılan ölçümleri iyi açıklayamıyordu.

    Birinci sorun olarak “ufuk problemi” vardı. Şu anda evren 28 milyar ışık yılına yayılmaktadır ve 14 milyar yaşında olduğu düşünülmektedir. (Tabi ki, eğer biz gerçekten de evrenin merkezinde değilsek, evren en az bir yönde daha uzağa yöneliyor olmalıdır). Hiç birşey ışık hızından hızlı hareket edemeyeceğine göre, ısı radyasyonunun iki ufuk arasında big bang tarafından yaratılmış olması gereken soğuk ve sıcak bölgeleri dengeleyecek ve şu anda gözlediğimiz dengeli durumu oluşturacak şekilde hareket etmiş olması mümkün değildi.

    COBE uydusu, Kozmik Arka plan Radyasyonunu incelemek için uzaya gönderildiğinde, uydu teorinin beklediği düz ve özelliksiz ışıma yerine yüksek derecede kompleks ve ayrıntılı bir yapı buldu. Tabi, yine teorinin temel kabulünü sorgulamak yerine, bu ışıma için başka bir açıklama olamayacağı kabulü altında, araştırmacılar bu verileri mevcut teoriye uydurmanın yolunu bulmaları yönünde teşvik edildi. Fakat aslında alternatif bir açıklama zaten elde mevcuttu.

    Güneş sistemimizde ağır elementler bulunmaktadır (bunlarsız var olamazdık), çünkü güneş sisteminin oluşumundan önceki bir zamanda yakındaki başka bir yıldız patlamış ve güneşin etrafındaki gezegenleri ve bizleri oluşturan ağır elementleri ortaya çıkarmıştır. Patlayan her yıldız bir nebula ortaya çıkarır, amatör teleskobu olanların bile kolayca görebileceği Lyra takımyıldızındaki nebula gibi. Nebula, uzaydaki bir gaz, toz ve madde yığını/bulutu’dur ve güneş sistemindeki ağır elementler düşünüldüğünde, güneş sistemimizi içine alan yakın çevrede milyarlarca yaşında bir nebula bulunuyor olmalıdır. Ki dünyayı bir süpernovadan arta kalan bir nebulanın ortalarında bir yerlerde gösteren bu model, aynen COBE uydusunun bulduğuna benzer bir yapıya uymaktadır. Fakat Galileo ve Bruno örneklerinde olduğu gibi, onaylanmış yaratılış mitine karşı çıkanlar zorluklarla karşılaşmışlar ve işkence veya yakılarak öldürülmek, yerini araştırma fonlarının kesilmesine bırakmıştır.

    Evreni incil ile uyumlu big bang modeli ile açıklama önyargısı o derece güçlüdür ki, William G. Tifft’in gözlenen kızıla kaymanın kuantizasyonu üzerine Astrophysıcal Journal’a sunduğu ilk makalesini dergi yetkilileri içinde hata bulamadıkları için basmak zorunda kalmış, fakat editörün yazısında makalenin sonuçlarından kendilerini uzaklaştırmak durumunda hissetmişlerdir kendilerini.

    Kızıla kaymanın kuantizasyondan çıkarılan sonuçlar, big bang modeli için Galileo’nun ilk teleskobunun dünya merkezli evren teorisi için ifade ettiği düzeyde tahrip edicidir çünkü.

    Georges Lemaitre, aynen Aristo gibi, dünyadan uzak nesnelerde gözlenen kızıla kaymanın başka açıklaması olmadığını farzetmişti. Fakat evren üniform olarak genişlediği için, kızıla kaymanın da üniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir.

    Fakat öyle değildirler.

    Evrende gözlenen kızıla kayma belli aralıklara ayrılmış olarak kuantize biçimdedir. Bu durum, kızıla kaymayı relatif hıza dayalı olarak açıklayan teori ile uyumlu değildir. Bu kızıla kaymadan başka bir etki sorumlu olmalıdır. Bunun anlamı, kızıla kaymaya dayalı olarak evrenin genişlediği fikrinin geçersizliğidir. Başka bir etki bu sonuçları doğuruyor olmalıdır ki bu etki her neyse hızdan bağımsız olarak kuantize bir şekilde kızıla kayma oluşturmaktadır.

    Toplumumuzun ne kadar dinsel düşünce etkisinde olduğunun bir göstergesi olarak çıkarılabilecek bir ders de kuantize edilmiş kızıla kayma keşfinin aslında yeni bir keşif olmaması gerçeğidir. Bu konudaki gözlemlere dayalı ilk data 1976’da yayınlanmıştır. O zamandan beri, zamanında epicycle’ları çalışan bilim adamları gibi, mevcut doktrini çalışan bilim adamları Tifft ve Cocke’un gözlemlerini yanlışlamanın yollarını defalarca arayıp durmuşlar, fakat her seferinde tekrar tekrar kuantize kızıla kayma olgusunu sadece doğrulayabilmişlerdir.

    Fakat, Big Bang teorisinin tekrar gözden geçirilmesini gerektirecek eldeki güçlü kanıtlara rağmen, bilim derslerinde ve televizyon programlarında Big Bang teorisi gündeme getirilmeye devam edilmektedir, aynen Aristo’nun yanlış teorisinin Galileo yanlışlığını kanıtladıktan sonra bile uzun süre öğretilmesi gibi. Çünkü bir tanesi teolojiye uymaktadır, fakat diğeri uymamaktadır.

    İnsanlığın gelişimi bilimin eriştiği noktalarla değil, batıl inancının sınırları ile ölçülmelidir. Gerçek bilinir, fakat gerçek her zaman popüler değildir.

    Evrenin bir başlangıcı olması gerektiği fikri insan icadı bir fikirdir. Önümüzde başlangıcı ve sonu olan şeyler gördüğümüzü düşünürüz, hâlbuki gördüğümüz sadece maddenin biçim değiştirmesidir.

    Maddenin belli bir biçimi ya da konfigürasyonunun bir başlangıcı ya da sonu olabilir, fakat madde ve enerjinin yaratılamayacağı ve yok edilemeyeceği fiziğin temel aksiyomlarından biridir. Bayan Nisan 20 yaşında olabilir, fakat onu oluşturan atomlar milyarlarca yıl önce patlamış yıldızların artıkları olan milyarlarca yıl yaşındaki atomlardır.

    Eskiler dünyanın evrenin merkezi olduğuna inandılar. Biz ise şu anda hoşumuza gitmeyerek dünyanın güneş etrafında döndüğünü ve güneşin de samanyolunun merkezinden çok uzakta bir yerde olduğunu kabul etsek de, dünyanın her şeyin merkezinde olduğu fikri big bang teorisinin temel kabulleri arasındadır. Big Bang’ciler gözleyebildiğimiz en uzak nesnelere bakarlar (şu anda 13 milyar ışık yılı) ve buradan da evrenin yaşını hesaplarlar (şu anda 14 milyar yıl).

    Fakat bu, ancak dünyayı gözlenebilir evrenin merkezinde kabul ederseniz işe yarayan bir yöntem olur. Teknolojik limitlerimizin uçlarında nesneler gördüğümüz ve bunları her yönde gördüğümüz doğrudur. Evrenin belli bir sonunu görmüyoruz. Mantıksal olarak, bizim mevcut olan çok geniş bir evrenin sadece küçük bir bölümünü görüyor olmamız olasılığı, Big Bang’in merkezinde bulunuyor olmamız olasılığından çok daha fazladır. Ve eğer orijinal tekilliğin yakınlarındaki şanslı bir noktadan evrene bakmakta olduğumuz kabulünü terkedersek, o zaman evrenin ne büyüklükte olduğunu bilmemize olanak kalmaz ve yaşını tespit etmek için kullandığımız matematik tamamen çöker. Gerçekten de bir toplu iğnenin ucundaki meleklerin sayısını hesaplamaya çalışıyoruz hala.

    Big Bang’in olmadığının kanıtları

    Big Bang teorisinin en büyük çelişkisi muhtemelen tekillik sorunudur. Bu ilk evrensel yumurta, süper kütleli bir kara delik olmak zorundadır. Dolayısıyla, hangi büyüklükte olursa olsun, hiçbir patlama evreni ortaya çıkarmaya yetmeyecektir.

    Big Bang teorisini savunmaya hevesli kozmologlar fizik kanunlarının, gravitenin, vs evrenin ilk birkaç saniyesinde geçerli olmadığını savunmaktadır. Mevcut Big Bang teorisine göre, evren 3 saniye kadar kuralsız bir dönem yaşamıştır ve bildiğimiz fizik kanunları (çekim bunların arasında olmak üzere) ancak bundan sonra geçerli olmaya ve kendini göstermeye başlamıştır.

    Fakat şöyle bir problem var. İlk evrensel yumurta tarafından oluşturulmuş tekillik oldukça büyüktür. Evrenin toplam kütlesine dair tahminler değişmektedir, fakat mevcut tahminlerden biri 2.6 * 10 üzeri 60’tır. Kütleden, tekilliğin olay ufku hesaplanabilir.

    Buradan ışık yılları genişliğinde bir olay ufku ortaya çıkmaktadır. Yani kısacası, Big Bang teorisyenlerinin evrenin günümüzdeki gibi işlemeye başladığını iddia ettiği anda, evrenin tüm kütlesi kendi çekim alanının yarattığı olay ufkunun hala içinde olmak durumundadır!

    Dolayısıyla, Big Bang, günümüzde tarif edilen şekliyle gördüğümüz evreni ortaya çıkartamaz. Üç saniye sonra, yani günümüzde bildiğimiz şekilde işlemeye başladığı anda, kendi çekim alanının hala etkisinde olmalıdır, dolayısıyla ışık hızını aşan bir kaçış hızına ulaşamayıp kendi üzerine çökmek durumundadır.

    Big Bang’in olmadığının birbaşka kanıtı

    Bu düşünce deneyi açısından farzedelim ki Tanrı elindeki sihirli değneği salladı ve evren Big Bang yoluyla ortaya çıktı ve de kendi çekim alanından kurtulmayı başardı. 2.6 * 10 üzeri 60’lık bir kütle/enerji bir süper süpernova’ya eşdeğer sıcaklık ve basınç durumu ortaya çıkaracaktır. Biliyoruz ki bu koşullarda ağır elementler ortaya çıkmaktadır. Dolayısıyla, evren ilk zamanlarında bildiğimiz tüm ağır elementleri ortaya çıkarmış olmalıdır.

    Peki o zaman Population II türü yıldızları nasıl açıklayacağız?

    Population II türü yıldızlar, içlerinde hiçbir ağır element olmayan yıldızlardır. Ömürlerinin sonunda patladıklarında ağır elementler ortaya çıkar. Bunlar çevredeki yıldızlar tarafından süpürülür ve Population I yıldızlar ortaya çıkar, genellikle etraflarındaki gezegenlerle birlikte. Population I yıldızların ağır elementleri vardır. Population II yıldızların ise yoktur.

    Dolayısıyla, Big Bang doğruysa evren bildiğimiz kurallara uyacak şekilde işlemeye başladığı ilk anlarda ortaya çıkmış ağır elementlerle dolu olmalıdır. Bu elementleri içinde barındırmayan yıldızlar mevcut olmamalıdır. Fakat böyle yıldızlar vardır.

    Population II yıldızların varlığı, Big Bang teorisi ile açıkça çelişki içindedir.

    Big Bang’in olmadığının birbaşka kanıtı daha

    Big Bang’in 14 milyar yıl önce olduğu düşünülmektedir. Evrende gözlenen en uzak cisim 13 milyar ışık yılı uzaklıktadır ve evren sadece 750 milyon yaşındayken ortaya çıktığı düşünülmektedir. Çünkü Big Bang’den ortaya çıkan maddenin yıldız oluşturması en az o kadar süre gerektirmektedir.

    Fakat bir problem vardır. 13 milyar ışık yılı ötedeki cisimleri biz bugünkü halleriyle ve bugünkü yerlerinde değil, 13 milyar yıl önceki halleriyle ve bizim bulunduğumuz noktadan 13 milyar ötedeki şekliyle görüyoruz.

    Dolayısıyla, bu galaksinin Big Bang’den 750 milyon yıl sonra, dünyadan 13 milyar ışık yılı uzakta yer alabilmesi için, 750 yıl içinde 13 milyar ışık yıllık mesafe katetmiş olması gerekmektedir. Bu ise söz konusu galaksinin ışık hızının 17 katından daha hızlı hareket etmiş olmasını gerektirmektedir, ki Big Bang savunucularına göre gerçekten de evren ilk 3 saniyeden sonra bir süre bu hızda genişlemiştir.

    Yani aynen epicycle teorisinde olduğu gibi, teori ile uyuşmayan veriler ortaya çıktıkça, bu veriler zorla teoriye sığdırılmaya çalışılmaktadır.
    ***

    Benim yazı hakkındaki yorumlarım:

    Evrenin genişlediği fikri Hubble’ın bulduğu kızıla kayma fenomeni yüzünden ortaya atılmıştır. Çünkü o zaman için yeni olan bu gözlemi açıklayan, fakat mevcut başka gözlemler ile çelişkiye düşmeyen bir açıklamadır bu. Bilimsel açıdan, böyle bir ortamda bu fikrin benimsenmesinde tuhaf bir taraf yok. Çünkü ilk anda bu fikrin yaratabileceği diğer sorunlar göze batmamıştır, onların henüz farkında olunmamıştır. Ya da elde henüz bu yeni sorunları su yüzüne çıkaran gözlem verileri yoktur.

    Nedir bu yeni sorunlar? Ufuk problemi, evrenin düzlüğü (üniformluğu) problemi, tekillikten bilinen fizik yasaları uyarınca nasıl çıkılabileceği problemi, population II türü yıldızların bu fikirle uyuşmadığı problemi, ilk 750 milyon yılda galaksilerin 13 milyar ışık yılı ötede görünmesine imkân verecek derecede (ışıktan kat kat hızlı) genişleme problemi, vs. Daha sonra bunlara kara madde ve kara enerji problemleri de eklendi. (Evrende mevcut teorinin gerektirdiği miktarda madde bulunmuyor ve kızıla kayma hızının artmasına sebep olan bir karanlık enerji var).

    Bunlar arasında, diyebiliriz ki belki sadece tekillikten nasıl çıkılacağı problemi o zaman açık olan bir problemdir ve kızıla kaymanın açıklanıyor olması uğruna bu problemi görmezden gelmeleri ve “bir şekilde çıkmış olmalı” diye düşünmeleri bir yere kadar anlaşılabilir.

    Ama yukarıda bahsettiğim diğer tüm problemlerin o aşamada farkında olunsaydı, bu teori çözdüğünden çok daha fazla problem ortaya çıkarıyor deyip, daha henüz kabul etmeden Lamaitre’in teorisini rafa kaldırırlardı.

    Fakat bir teori bir kez bilimsel kamuoyunda yerleşti mi, ondan vazgeçmek o kadar kolay olmuyor.

    Yerleşik teorilerin ne olduğuna sadece objektif bilimsel gözlemler değil, hatta onlardan çok bilim dünyasında söz sahibi bilim adamlarının bakış açısı ve/veya “paradigma”sı yön veriyor. Thomas Kuhn zamanında Bilimsel Devrimlerin Yapısı kitabında bunu gözler önüne sermiş ve bilimin nasıl geliştiği ve teorilerin nasıl değiştiğini daha açık olarak ortaya koymuştu. Bilim bize öğretildiği gibi, daha doğrusu ideal koşullarda umduğumuz ya da beklediğimiz gibi objektif bir şekilde, mevcut objektif verilerin gösterdiği yönde ilerlemiyor, işin içine pek çok subjektif faktörler katılıyordu. Veriler eski teorileri çok zayıflatıp, yeni bazı teorileri açıkça güçlendirmeye başlasa bile bu yeni teorilerin tutunması zaman alabiliyor. Hatta pek çok durumda, eski teorilerin savunucusu olan yaşlı bilim adamlarının ölüp, yerlerine daha genç yeni nesil bilim adamlarının geçmesini gerektirebiliyor bu tür paradigma değişimleri.

    Bu süreci bilim dünyasında sayısız defa gözlemledik. En yakın örneklerinden biri sicim teorisinin popülerliğinin nasıl değiştiği konusundadır. 1970’lerde sicim teorisi ile uğraşan bir grup bilim adamına “kariyerlerine yazık ediyorlar” diye bakılır, bu teori saygın bir teori olarak gözükmezdi. Bu teori üzerinde çalışanlar araştırma fonu bulmakta güçlük çekerdi. 1980’lerden sonra ise ilginç bir şekilde bu teori üzerinde çalışan bilim adamlarının sayısında bir patlama oldu. Hele de M teorisinin geliştirilmesinden sonra, sicim teorisi neredeyse teorik fiziğin “mainstream” teorisi haline geldi ve bu sefer bu konuda çalışmayan bilim adamları araştırma fonu bulamaz oldu. Yani yaklaşık bir nesillik bir zaman dilimi içinde bir paradigma kayması yaşandı.

    Artık eski ve yerleşik bir teori olan Big Bang konusunda hala benzer bir paradigma kaymasının yaşanmamış olmasının altında ise 1) Big Bang’in açıkladığı temel mesele olan kızıla kaymayı açıklayan daha tatminkar bir teorinin ortaya çıkmamış olması, ve 2) Big Bang’in dinsel dünya görüşünü daha hoşnut eden bir teori olması faktörleri yatmaktadır.

    Bu ikinci dediğimi biraz daha açmakta fayda var. Buradan bilim adamları hala dinsel dogmaların doğrudan etkisi altındadır diye bir sonuç çıkmasın. Çünkü bilim adamlarının, en azından üst düzey ve saygın bilim adamlarının önemli bölümünün inançsız (deist, agnostik ya da ateist) olduğu pek çok istatistiksel araştırma ile tespit edilmiş bir gerçektir. Ama bu, bilimsel araştırmalara yön veren politikaların ve kararların dinsel faktörlerden bağımsız geliştirilebileceği anlamına gelmiyor. Bilim adamları sonuçta toplumun parçası olan bireylerdir ve bilim dünyası, politikalarına, araştırma fonlarına, vs yukarıdan karar verilen bir kurumdur. Yukarıdan karar verenler ise, kendileri bilim dünyasının içinde olsalar da olmasalar da politikacı olan kişilerdir. Yani ya doğrudan politikacılardır, ya da bilim dünyasında, ama tepelerde ve yönetim pozisyonunda olduğu için ister istemez politika oynamak zorunda kalmış kişilerdir. (Yönetici pozisyonları her zaman politika ile iç içedir). Politika işin içine girdiğinde ise topluma şirin gözükmek ve kamuoyunun tatmini gibi faktörler ister istemez işin içine girecektir.

    Dolayısıyla da dinsel dünya görüşünün beklentileri ister istemez etkide bulunan faktörlerden biri halini alacaktır.

    Bence yazarın yazdıklarından çıkarılması gereken sonuç budur.

    Bana göre Big Bang teorisi konusunda gerekli paradigma kayması bilim dünyasında yavaş yavaş başlamıştır ve birkaç nesil içinde Big Bang’in yaygın teori olarak yerini başka bir teoriye bırakması kuvvetle muhtemeldir. Bunun şimdiye kadar olmamış olmasının sebebi ise, yukarıda bahsettiğim iki faktördür.

    Bu paradigma kaymasının tamamlanması için önce kızıla kaymayı tatminkar şekilde açıklayan alternatif teoriler ortaya çıkmalıdır ki bunlar aslında mevcuttur. Başka vesilelerle Ateistforum’da bunların bazısından bahsettim.

    İkinci faktör ise dinsel bakış açısının bu konudaki dolaylı etkisinin bertaraf edilmesidir ki insanoğlunun bu konudaki sicili sağlam değildir. İşin içine din girdi mi fikirler o kadar kolay değişmemektedir. Big Bang ise, din lehine kullanılsın ya da kullanılmasın, zaten kendisi din gibi bir hale gelmiş bir teoridir ve bu yüzden terkedilmesi zorlaşmaktadır.

    “Big Bang Bilim Maskesi Takmış Din Midir?” için 0 cevap

    1. Ali Ufuk dedi ki:

      Bigbang hakkında gerçekleri sayenizde öğrenmiş oldum
      Teşekkür ederim

    2. alper dedi ki:

      ortacag avrupasindaki engizisyon mahkemelerinin almis
      oldugu kararlar ile gunumuz bati ulkelerindeki bilim ve teori uretme yontemle
      rini birbirine benzeten arguman beni etkiliyemedi.
      evrenin baslangicinin oldugunu bigbang teorisinfen once entropi yasasi ortaya koymus zaten.
      cern deneyine harcanan para sadece inananlarin gonlunu almak icin midir sizce?

    Bir Cevap Yazın

    E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir