Akıllı Tasarım
ABD’de yaratılış “bilim”inin çöküşü günden güne daha açık bir hal aldıkça, dinsel yaratılışçılığı okullardaki bilim derslerine sokmak için ellerinden geleni yapan malum kesim “intelligent design” (akıllı tasarım) diye yeni bir kavram ile ortaya çıktı. “Akıllı tasarım” (ya da daha iyi bir Türkçe ifadeyle “zeka ürünü tasarım”), yaratılış bilimi (ya da “bilimsel yaratılışçılık”a) göre çok daha kurnazca seçilmiş bir terim. Önemsiz bir galaksinin önemsiz bir gezegeninde yaşamın nasıl ortaya çıktığını açıklamaktan çok daha fazla bir işlevi var bu fikrin.
Maddi evrenin kendi dışındaki bir güç tarafından bilinçli bir şekilde yaratıldığı fikri, aklı evrime yatan ve bu konudaki bilimsel açıklamaları kabul eden kesim için bile ikna edici görünebilir. Kutsal kitaplardan alınma yaratılış fikrinin okullardaki bilimsel ders kitaplarına sokulmasının uygun olmayacağını düşünen pek çok kişi için bile, evrenin tasarlanmış olduğu ve evrende bu konuda deliller bulunduğunu iddia eden ve argümanlarını bilimsel yaratılışçılığa göre çok daha sofistike biçimde ortaya koyan “akıllı tasarım” fikirlerinin en azından ortaöğretim ders kitaplarına sokulmaya layık görülmesi mümkündür. Zaten “akıllı tasarım” sözde teorileri ortaya çıkaranların da amacı budur.
Modern fiziğin ve kozmolojinin, evrenin altında tasarım ve zeka bulunduğuna dair veriler ürettiği iddialarını popüler medyada bir süredir görmeye alıştık. Benzer ifadelerin okullardaki ders kitaplarına da alınması gerektiğine dair kampanyaların yürütülmeye başlaması yakındır, hatta bazı yerlerde başlamıştır bile. Halbuki, bilim böyle bir şey ortaya çıkarmamıştır. Öğrenci velileri ve öğretmenlerin, evrimin bilimsel bir gerçek olduğu konusunda bilgilendirilmeye devam edilmesinin yanında, bilimin hiç de böyle bir “akıllı tasarım” sonucu ortaya çıkarmadığına dair de bilgilendirilmeleri gerekmektedir.
İşin aslı, bilim eğer bir şey gösterdiyse, daha çok bunun tersini göstermiştir. Astronomik gözlemler, dünyanın evren içinde plajdaki bir kum tanesinden bile önemsiz bir nokta olduğunu göstermeye devam etmektedir. Yaratılmış ve insan merkezli bir evren fikrinin geçersizliği neredeyse artık kesin olarak ortaya çıkmıştır. Böyle bir ihtimalin tamamen sıfır olduğunu söylemek için henüz erken olmasına rağmen, kozmoloji ve fiziğin bugünkü göstergeleri kesinlikle böyle bir kabulü gerektirmemektedir. Dahası, maddenin hiçlikten ortaya çıkışına ve tasarım olmaksızın nasıl organize olduğuna dair bazı göstergeler yeni yeni ortaya çıkmaya ve anlaşılmaya başlanmıştır.
Evrimciler, yaşamın kompleksliğine dayanan tipik yaratılışçı argümanları çürütmeyi ve yaşamın dünyadaki ilkel koşullarda doğal süreçlerle nasıl ortaya çıkmış olabileceğini açıklamayı başarmışlardır. Bu açıklamalar rasyonel düşünen herhangi birini ikna edecek kadar başarılıdır.
Fakat dünyadaki biyolojik evrim hala daha önceden varolan parçacıklara ve fizik kanunlarına bağlıdır. Ve “akıllı tasarım” savunucuları, yeni argümanlarını geliştirirken bu noktaya odaklanmışlardır. (En azından evrim gibi bilimsel bir gerçeği reddetmeye dayanmadığından, bunun diğerine göre biraz daha zararsız olduğu belki söylenebilir, fakat bu da içinde yanıltıcılık taşıdığından, bilimsel açıdan zararlıdır). İnançlı kesimin entellektüel tartışmalardaki bu geri çekilme sürecinin bu noktalara kadar gelmesi, bir açıdan sevindiricidir ve bilimsel açıklamaların teoloji karşısındaki üstünlüğünün bir başka göstergesidir.
Şimdi, bu konudaki bazı iddialara ve verilen bazı örneklere değinelim.
Örneğin, yaratılışçılar tarafından sıkça örnek olarak verilen ve DNA’nın şans eseri oluşma olasılığını 10E40000 olarak veren (Hoyle, 1981) Fred Hoyle’un yaptığı hesaplamayı ele alalım. Bu hesap doğru, fakat oldukça yanıltıcıdır. DNA tamamen şansa dayalı olarak oluşmamıştır. Şans ve doğa kanunlarının bir kombinasyonu sonucu ortaya çıkmıştır. Sadece rastlantı eseri oluşmuş olsaydı, bu hesap doğru olurdu.
Fizik kanunları şu an bildiğimiz şekilde olmasaydı, bugün bildiğimiz şekliyle yaşam 6 milyar yıl gibi bir sürede dünyada ortaya çıkamazdı. Elektron ve protonları atom çekirdeğinde bir arada tutmak için nükleer kuvvet, atom çekirdeği ve elektronları bir arada tutmak için elektromanyetik kuvvet ve bunun sonucunda ortaya çıkan atomları (madde) bir arada tutmak için de çekim kuvveti gereklidir. Bu kuvvetler ve onlar arasındaki ilişkilerin doğal sonucu olarak big bang’dan beri yıldızların merkezinde periyodik sistemde gördüğümüz değişik elementler sentezlenmiş ve süpernova patlamalarıyla bu elementler uzaya yayılmıştır. Uzayda, bu elementler çekim gücünün etkisiyle küçük gezegenler olarak bir araya gelmiştir. Sonuçta bazı yıldızların etrafındaki bazı gezegenlerde de yine aynı kuvvetlerin ve onların uzantısı olan doğa yasalarının etkisiyle biyolojik evrim başlamış ve bugün hayat adını verdiğimiz kompleks organizmalar ortaya çıkmıştır.
Son dönemlerde, yaratılışçı teologlar, hatta birkaç fizikçi, evrendeki fiziksel sabitlerin ve doğa kanunlarının hayatın ortaya çıkmasına sebebiyet verecek şekilde özel olarak ince bir şekilde ayarlanmış olduğu iddiasını dile getirmeye başladılar. (Barrow, 1986; Rolston III). eğer temel kuvvetlerin gücünde veya temel parçacıkların kütlelerinde şu anki değerlerden ufak sapmalar meydana gelmiş olsaydı evren ya tamamen hidrojenden, ya da başka bir durumda tamamen helyumdan meydana gelecekti. İki durumda da ağır elementlerin, dolayısıyla yaşamın ortaya çıkma şansı olmayacaktı. Benzer şekilde, eğer çekim kuvveti elektromanyetik kuvvetten çok daha küçük olmasaydı, yıldızlar karmaşık molekülleri ortaya çıkarmaya yetecek kadar yaşamayacaktı.
Hoyle’unkine benzer bir başka hesaplama örneği matematikçi Roger Penrose’un evrenin bildiğimiz özelliklerle ortaya çıkma olasılığını 10E10E123′te 1 olarak hesaplamasıdır. (10′un yanında 10 üzeri 123 tane sıfır). Fakat ne Penrose, ne de herhangi biri başka özelliklerle sahip farklı evren olasılıklarının kaç tanesinin başka bir tür de olsa, belli bir “hayat”a sebebiyet verebileceğini bilemez. Eğer yarısıysa, o durumda hayatın ortaya çıkma ihtimali %50 olur. Mantık yürütmelerindeki bu eksik halkayı görmeyen “akıllı tasarım”cılar, evrenin antropik rastlantılar adını verdikleri özelliklerle, bilinçli olarak insanların ortaya çıkmasına yol açacak şekilde yaratıldığını öne sürdüler.
Belki evren gerçekten de bizi ortaya çıkartmak için yaratılmıştır. böyle bir olasılığı tartışmaya, – tartışma rasyonel, eleştirel ve objektif olduğu surece – itirazımız yoktur elbette. Tanrı’nın varlığına dair delil istendiğinde, inanırlar tarafından en yaygın biçimde ortaya konan argüman hala “Tüm bunlar şans eseri nasıl ortaya çıkmış olabilir?” sorusudur. Yazının başında da değindiğimiz gibi, evrim tek başına buna cevap veremez, çünkü evrim doğa kanunlarının varlığını gerektirir.
doğa yasalarının bilinçli bir yaratıcı olmadan nasıl bu şekilde olabildiğine değinmeden önce, yukarıdaki olasılık hesaplarıyla ilgili bir açıklama yapalım. Voctor J. Stenger (Stenger 1995, chapter 8) evrensel sabitlerin değerlerini rastlantısal bir dağılıma tabi tutarak, ortaya çıkabilecek değişik evren olasılıklarının yüzde kaçında belli bir maddesel kompleksliğin, dolayısıyla olası bir yaşamın ortaya çıkabileceğini hesaplamış ve elde ettiği örnek evrenlerin neredeyse tümünün (bazı istisnalar hariç), yasam adı verilebilecek belli bir kompleksliğe yol açabileceğini tespit etmiştir. Bu çalışmasında Stenger, fiziksel sabitlerin değerlerini rastlantısal olarak değiştirmiş ve her durum için atomların büyüklüğü, yıldızların ömrü, vs. gibi değişik verileri hesaplamıştır.
Bir deste iskambil kağıdını her dağıttığınızda ortaya başka bir el çıkacaktır ve bu spesifik elin çıkma olasılığını hesapladığınızda karşınıza çok küçük bir rakam çıkar. Fakat ortaya çıkacak ellerin büyük çoğunluğu, belli bir oyun için (örneğin poker) anlamlıysa, belli bir dağıtmada, bu oyun için anlamlı olan bir elin ortaya çıkma olasılığı çok yüksek olacaktır.
Dikkat edin, bu hesap, birden fazla evrenin varlığını şart koşmamaktadır, ki bu tür olasılığı dikkate alan kozmolojik teoriler de mevcuttur. Stenger’in hesabında tek bir evren vardır ve göstermeye çalıştığı, ortada evrendeki yaşamın ortaya çıkma olasılığının çok düşük olduğunu ve evrende yaşamın ortaya çıkması için ince bir ayar gerektiğini düşünmemize yol açacak geçerli bir gerekçe bulunmadığıdır.
Bunu anlamak için önce “doğa kanunu” teriminin kaynağındaki önyargıyı anlamamız gerekiyor. Newton mekanik ve yerçekimini geliştirdiğinde “Tanrı tarafından doğaya yerleştirilmiş kanun” fikri Newton’un tüm düşünce biçimine yerleşmişti (içinde yetiştiği kültür tarafından empoze edilmişti). Bugün bile medyada, popüler kültürde ve hatta bazı bilim adamlarının zihninde bilim bir bakıma “Tanrı’nın düşüncelerini anlamak” biçiminde yorumlanmaktadır. Dolayısıyla “kanun” sözcüğünün içinde barındırdığı “bilinçli biri tarafından icat edilen kural” kavramı, bilimi ve doğa kanunlarını algılayışımızda insanların zihnine yerleşmiştir.
Halbuki doğa kanunlarının koyulan kurallarla ilgisi yoktur. Doğa kanunları dediğimiz şeyler duyularımız ve cihazlarımızla yaptığımız gözlemleri basit ve ekonomik olarak tasvir etme girişimimizden başka bir şey değildir. Fakat dikkat ediniz, bu dünyanın nasıl işlediğini biz belirliyoruz anlamına gelmediği gibi, doğada hiçbir düzen yoktur anlamına da gelmez.
Fakat bu düzen ve doğa kanunu adını verdiğimiz kuralların pek çoğunun aslında doğada gözlediğimiz ve normalde sözünü dahi etmediğimiz basitlik ve homojenlikleri ifade ettiğini bugün yavaş yavaş anlamaya başlıyoruz. Örneğin, enerji, momentum ve açısal momentumun korunumu yasalarının aslında uzay ve zamanın homojenliğinin birer ifadesi olduğu anlaşılmıştır. Termodinamiğin birinci yasası (enerji korunumu), zamanda kendine has ve diğerlerinden farklı bir özel anın bulunmadığının ifadesinden başka bir şey değildir. Momentum korunumu, uzayda diğerlerine tercih edilen özel bir noktanın veya mekanın bulunmadığının bir ifadesidir. Diğer korunum kanunlarının her biri de basitlik ve homojenliğin ifadeleridir.
Homojen bir evren, ki akla gelebilecek evrenlerin en basitidir, kaza sonucu oluşması en muhtemel türde bir evrendir. Ki bu tür bir evrende pek çok “korunum” yasaları otomatik olarak oluşacaktır.
Diğer daha karmaşık ve evrenselliği daha az olan doğa yasaları ise rasgele bozulmuş simetrilerden kaynaklanmaktadır. Evrende korunmayan bir nicelik gözlediğimizde, işin içine uzaysal simetriyi bozan bir “kuvvet” kavramı girmektedir. Bu yolla, doğadaki kuvvetlere ilişkin olan ve evrene yapı ve şekil kazandıran kanunlar, evrende big bang’dan sonraki ilk zamanlarında, kendiliğinden, rasgele ve rastlantısal olarak bozulan simetrilerin ürünüdür. Bunu su buharından kar taneciklerinin oluşumuna, ya da curie sıcaklığından daha soğuk bir değere kadar soğutulan bir demir parçasının manyetize oluşuna benzetmek mümkündür.
Kısacası doğa kanunları fikrine yakından bir bakış da evren için “akıllı tasarım” iddialarını destekleyecek bir argüman ortaya koyamıyor. Hatta eğer bir şeye işaret ediyorsa, daha çok evrendeki homojenlik, basitlik, kendiliğindenlik ve rastlantısallığa vurgu yapıyor. “Akıllı tasarım” gibi bir ihtimalin gerçek olmasının olası oluşu yeterli değildir. Eğer böyle bir tezde ısrar edilecekse, durumun bu olduğuna dair somut göstergeler de gerekmektedir ve sunulan iddiaların hiçbiri bunu göstermeye yetmemektedir. Bu yönde yorumlanan verilerin fikirsel şartlanmalar ve önyargılı yorumlardan kaynaklandığı göze çarpmaktadır. Hatta bu verilerin ayrıntılı analizi daha çok ters yönde sonuçlar ima etmektedir. Felsefedeki Occam’s razor (occam’ın bıçağı) prensibi gereği, gereksiz ve fazlalık faktörler açıklamalardan çıkarılır. Akıllı tasarım gibi bir fikri dünya görüşümüze katmanın evrenin açıklanabilirliğine bir katkısı yoktur. Bu durumda böyle bir iddia fazlalıktır ve bilimsel bir açıklamada yeri yoktur.
Bir Cevap Yazın