Evrimi Tartışmak
Evrimi tartışmadan önce, belli bazı noktalara dikkat etmek gerekiyor.
1) Evrimi tartışmak isteyen iki taraf da evrim teorisini yeterince biliyor mu? Herşeyden önce, evrime karşı olduğunu söyleyen kişi, acaba evrim teorisinin ne olduğunu doğru olarak tanimlayabiliyor mu? ABD’de yapılan bir istatistiksel araştırma, çok ilginç bir tespit yapıyor. Okullarda evrim teorisinin okutulmasiyla ilgili fikirleri araştıran bir ankete göre, evrim teorisinin okutulmasına karşı çıkanların sadece %2’si evrim teorisinin doğru tanımını çoktan seçmeli bir soruda 5 seçenek arasından doğru olarak seçebiliyor.
Bilimsel yöntem ve dinsel düşünce biçimi arasındaki farkı bilen için hiç de şaşırtıcı olmayan bir sonuç bu.
2) Evrimi tartışmak isteyen kişi, bilimsel yöntem ile ve dinsel inanç arasındaki farkın bilincinde mi? Forumdaki diğer bazı başlıklarda belirttiğimiz gibi, bilimsel yöntemle dini inanç arasındaki temel fark, yargının deneyden önce mi, yoksa sonra mı yapıldığı noktasındadır. Bilimsel yöntemde yargı deneyden sonraya bırakılır. Dini düşünce biçiminde ise yargı baştan verilir, deney sonuçları buna göre yorumlanır.
Dinsel düşünce biçimine alışık kesim, evrimi de inanılacak veya inanılmayacak birşey olarak değerlendirir. Aynen dinsel inanç gibi evrim de “inanma” kategorisinde bir fikirdir onlara göre. İşin delil, kanıt, açıklayıcılık ve deney gibi kısımlarını görmezden gelirler. Daha doğrusu bilmezler.
Eğer bir odaya girip, ışığı açmaya çalışırsanız, ve anahtarı çevirdiğiniz halde ışık yanmazsa ne yaparsınız? Büyük ihtimalle, önce anahtarı birkaç kez daha açıp kapamayı denersiniz. Burada, belki farkında değilsiniz ama, yaptığınız şey bir hipotez oluşturmaktır. Anahtarı birkaç kez açıp kapayarak ise, bir deney yaparsınız. Bu hipotezi test edersiniz. Işık hala yanmazsa, yanlış hipotezinizi (yani “belki ilk denemede iyi kontak oluşmadı” fikri) reddersiniz. Bunun yerine birbaşka hipotez getirirsiniz. “Yanık ampul” hipotezi. Bu hipotezi de ampulu değiştirerek test edersiniz. Eğer ışık yanarsa, hipoteziniz doğrulanmıştır. Eğer yanmazsa, bu kez sigortayı veya elektrik hattını kontrol edersiniz. Kısacası, her gün farkında olarak veya olmayarak uyguladığımız bu ve buna benzer pek çok adım vardır. Bu adımların sistematik hale getirilmiş şekli “bilimsel yöntem”dir. Bilim adamları bu yöntemi bilinçli bir şekilde, karmaşık problemler için uygular. Mesele neye inanip inanmadığımız değil, hipotezlerimizin olguları doğru açıklayıp açıklamadığı ve olgularla doğrulanıp doğrulanmadığıdır.
Bir hipotez değişik koşullarda defalarca test edilir ve her seferinde doğrulanırsa, o hipotez bir “teori” halini alır. Eğer bir kez bile yanlış çıkarsa, terk edilir, yeni durumu açıklayacak bir hipotez ve o hipotezden kurulacak bir teorinin peşinde koşulur. Bir teori, yeni bulunan bulgular ve yapılan deneylerle devamlı test altında bulundurulur.
Örneğin, eğer bunca zamandır (150 küsur yıl), ilk balık fosillerinin bulunduğu kayalardan daha eski kayaların içinde, memeli fosillerine bir kere bile rastlanmış olsaydı, bu durumda evrim teorisinin önemli bir parçası (yani memelilerin balıklardan çok daha sonra ortaya çıktığı) yanlışlanmış olurdu. Fakat 150 yıldır yapılan hiçbir kazı bu fikri yanlışlayamamaktadır. Bu sadece işin basit bir kısmı. Daha bu tür milyonlarca ayrıntı vardır evrim teorisi gibi geniş bir konuda. Tüm evrim teorisi, bilimin diğer alanları gibi bu ve buna benzer konular üzerinde devamlı test edilirler.
Dolayısıyla, bilim dünyasında inanıp inanmamak diye birşey yoktur. Kanıtlarla ve gözlemlerle desteklenip desteklenmemek diye birşey vardır. Dolayısıyla, yaratılışçıların, bırakın test etmeyi, tek bir somut dayanağı bile olmayan fikirleriyle (dini inanç), yukarıda bahsettiğimiz yönteme göre geliştirilmiş bir teorinin karşısına çıkmaları aslında çok komik olmaktadır.
3) Evrim karşıtı kesimin, evrim teorisine olan pek çok itirazı, yanlış bilgilenmeden ve yanlış kabullerden kaynaklanır. Bu da ilk maddede bahsettiğimiz, karşı çıktıkları teoriyi tam bilmemeleri gerçeğinin bir uzantısıdır. Örneğin, “Çınar ağacı maydonozdan nasıl gelmiş olabilir”, “Kedi solucandan nasıl gelmiş olabilir”, vs. gibi itirazlar, evrim teorisinin iddialarini ve fikirlerini bilmemek ve kendi kafalarındaki kabullere göre konuşmaktan kaynaklanır.
Ya da “İnsanlar maymundan geldiyse, bugünkü maymunlar neden insan olmuyor” sorusu. Bir kere, evrimi tartışacak bir kişi, öncelikle evrimi düz bir çizgi gibi değil, bir ağaç gibi düşünmeyi öğrenmelidir. Bilindiği gibi bir ağacın ana gövdesinden, alt dallar, her alt daldan daha küçük alt dallar ve onlardan da başka küçük alt dallar çıkar. Doğadaki türlere bakmak, bir dalın milyonuncu alt dalından çıkmış bir canlıyla, başka bir dalın belki milyarıncı alt dalından çıkmış bir canlıyı karşılaştırmak gibidir. Dolayısıyla, bir türün bir diğerinden daha ilkel olması, onun atası olduğu anlamına gelmez.
Ayrıca, bir türün başka bir türden evrimleşmesi (“türleşme”), atası olan türün ille de yok olacağı anlamına gelmez. Türleşmede iki önemli faktör vardır: genetik çeşitlilik ve coğrafi izolasyon. Örneğin, bir bölgede yaşayan bir salyangoz cinsinin, bölgede yeni bir göl ortaya çıktığında durumunun ne olacağına bakalım. Bu durumda, genetik çeşitlilik, artık birbirinden izole iki grup arasında ayrı ayrı birikerek kendini göstermeye başlayacaktır. Kuru bölgede yaşayan salyangozlar ve ıslak bölgede yaşayan salyangozlar olarak. Çok sayıda nesilden sonra, gölün kuruduğunu ve iki grubun tekrar birbirleriyle kontak haline geldiğini varsayalım. Eğer bunca nesilden sonra, genetik farkların birikimi, yeterli bir miktara ulaştıysa, artık bu iki tür salyangoz arasında çiftleşme mümkün olmayacak ve baştan bir tür olan salyangozdan, iki farklı tür ortaya çıkmış olacaktır. Eğer hala aralarında gen transferi (çiftleşme) mümkünse, ortada hala tek bir türün (fakat çok daha geniş bir genetik çeşitliliğe sahip olarak) bulunduğunu söyleriz.
4) Birbaşka dikkat edilmesi gereken husus alternatif fikirlerin açıklayıcılığıdır. Başarılı bir teori, gözlemleri açıklayabilmeli ve olayların gelecekte alacağı yön üzerinde de tahminde bulunabilmelidir.
Örneğin Avustralya’daki tavşanlar örneğini alalim. Tavşanlar, Avustralya’nin yerlisi olan bir hayvan türü değildir. İlk olarak 12 adet tavşan (oryctolagus cuniculus cinsi) Avustralya’ya 1859 yılında Avrupa’dan göçmenler tarafından getirilmiştir. 1886 yılında, tavşanlar Avustralya’nın güneydoğu kıyılarına ulaşmıştı ve yılda 66 millik bir hızla yayılıyorlardı. 1907 yılında, tavşanlar Avustralya’nın hem doğu hem de batı sahillerine erişmişti ve hiçbirşey bu yayılmalarını önleyemeyecek gibi görünmekteydi. Bunun sebebi, getirildikleri ortamda nüfuslarini dengede tutan faktörlerin (yiyecek miktarı, rakipler ve kendilerini avlayan türler) Avustralya’da bulunmamasıydı. Tavşanlar, Avustralya’nın hayvancılık sektörünü destekleyen bitki örtüsünü yok ediyor ve hayvancılıktan geçinen kesimde büyük maddi zarara yol acıyorlardı. Avlamalar, tuzak kurmalar ve zehirlemeler bu yayılmayı önlemeye yetmiyordu.
Tek seçenek biyolojik kontroldu ve devletin biyologları uzun testlerden sonra, sivrisinekler yoluyla yayılan bir virüs hastalığı (myxomatosis) geliştirdiler. Virüs, taşıyıcısı olan Amerikan tavşanında ölümcül olmayan bir hastalığa yol açıyor, fakat Avustralya’ya da yayılmış Avrupa tavşanında ölümcül oluyordu. İnsanlara ve Avustralya’da yaşayan diğer canlılara da bir zararı yoktu. Görünüşe göre, bir çözüm bulunmuştu.
Nitekim, hastalık 1950 yılında Avustralya tavşanları arasında yayılmaya başlamış ve çok kısa süre içinde tavşanların %99.9’unu öldürmüştü. Fakat herhangi bir evrimsel biyoloğun çok kolay tahmin edebileceği gibi, kendi türünün devamını sağlayamadan taşıyıcısını öldüren bir parazit, evrim süreç içinde “seçilim”e uğrayacaktı ve mutasyona uğrayan virüsün, ancak tavşanı öldürmeyen varyasyonları hayatta kalacaktı. (Diğerleri tavşanlarla birlikte olduğu için). Bu arada, tavşanlar da mutasyona uğrayacak ve aralarında bu virüse daha dayanıklı olanlar hayatta kalma eğiliminde olacaktı. Böylece doğa, Darwin’in keşfettiği “doğal seçilim” ilkesi uyarınca virüsün daha az öldürücü genetik varyasyonlarını ve tavşanların da daha dayanıklı genetik varyasyonlarını seçecekti. Günümüzde, bu hastalık yüzünden tavşanlar arasındaki ölüm oranı %40 civarındadır ve artık tavşan nüfusunun kontrolü için etkin bir yöntem olmaktan çıkmıştır. Bu, evrimsel sürecin, insanların gözleyebileceği kadar kısa bir süre içinde (birkaç insan nesli) gerçekleşmiş, önceden tahmin edilebilmiş ve bu tahmine dayalı olarak aynen gözlenmiş bir sonucudur.
Bu ve benzeri olayların acıklanmasında, evrimsel biyolojinin alternatifi olan hicbir acıklama girişimi bulunmamaktadır. Eğer yaratılışcılık bir bilimsel alternatifse (iddia ettikleri gibi), evrimsel biyolojinin doğada acıkladığı bu ve benzer milyonlarca olguyu, aynı başarıyla veya daha iyi acıklayabilmelidir. Fakat bilindiği gibi, yaratılışcı kesimin derdi bilim yapmak, acıklama bulmak veya doğruya ulaşmak değildir. Onların tek derdi tabularını ve dogmalarını korumaktır. Evrim teorisinin, insanın kökenine ilişkin bulgularının, dini inancla celişmesi yüzünden, bütün dertleri işin bu kısmından sıyrılabilmek, mümkünse gerceklerin üstünü örtüp, evrimi doğrudan reddedebilmektir. Teorinin acıklayıcılığının cok acık olduğu diğer konular onların umurunda bile değildir.
Kısacası, aralarında, yöntem, düşünce yapısı, bilgi düzeyi ve amac olarak dağlar kadar fark olan iki fikrin, sanki aynı kulvardaymış gibi karşılaştırılıp yarışa tabi tutulması, işin aslı komedinin ta kendisidir. Bugün, bilimsel bilgilere yeterince aşina kesim icin, evrim teorisinin acıklayıcılığı ve gerçekliği, dinsel açıklamaların ise komikliği açıktır.
Yukardaki yorumlar tamamen mantık dışı olduğunu okuycu hemen kavrayabiliyor .
Her gelişimi doğal seçilim gibi göstererek unsurların kendiliğinden uzmanlaşmaları kabul edilir değil.
İyonik bağlar ile hassas denge kuranı hassasiyetten mahrum olan atomların kurduğunu ileri sürmek, düşünmek istemiyorum demek olur ki buda mantık kurallarını atomların pirensyipyel davranışları mantığın kavrama tespit etme onaylama gibi ölçülerin meydana gelişini tespit ettiler demek olur. Buda kendilerini aşan atomların canlının meloküllerini oluşturduyu kabul etmektir ki, böylesi bir hurefa aklı selimin işi değildir. Canlıyı meydana getiren kimyasal etki değil tam tersine kimyasal ve diğer etkenleri ölçülü biçime getiren fiziğin kurallarını koyan kanun koyucu olmsası akla daha yatkın geliyor. Çünkü atomların son yörüngelerinde bulundurabilecekleri maksimum elektron sayısı 8 dir.İşte burdaki hassas ölçüyü atomların kendibaşına dengelemesi kabul edilemez olur .Yani atomların her bir hareketi kendi başalarını aşmıştır.
selam.